Maria'nın Masalı - II. Bölüm
~ ~ ~
II. Bölüm
Yüzündeki
güneş misali gülümsemesiyle elini uzattı çocuk. Maria, sanki uzun zamandır bu
anı bekliyormuşçasına çocuğun elinden tuttu ve kendini onun gülümsemesinden
yayılan ışıltıların aydınlattığı yola bıraktı. Elleri birleştiği anda ikisi de
mutluluğun esir aldığı bir girdapta buldular kendilerini. Çocuk gülümsedikçe
Maria daha çok gülümsedi ve o daha çok gülümsedikçe çocuğun gözleri gökyüzünün
en parlak yıldızına dönüştüler. El ele gölün kıyısından yürümeye başladılar.
Hızlandılar.
Artık
koşuyorlardı. Soğuktan kızaran burun uçlarıyla, bir papatya tarlasında uçuşan
iki uğur böceğini andırıyorlardı. Koşarken çarptıkları ağaç dallarında biriken
karlar, nazikçe yere süzülüyor ve geçtikleri yolun ardında, bir polen
fırtınasının büyük bir heyecanla çiçeklere yolculuğunu andıran bir resim
çiziyorlardı.
Derken,
zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlamadılar. Hava karardığında kendilerini
karanlık bir ormanın içinde buldular. Beyazlara bürünmüş ağaçlar, siyah
pijamalarını giyip yatağa gitmeye hazırlanırken, baykuşlar da güne yeni
başlamanın verdiği heyecanla ağaçlara iyi geceler dilemek için yerlerini
alıyorlardı. Ağaçların heybetli vücutlarının altında korunan doğa yavaştan
geceye hazırlanırken, Maria küçük çocuğun eline daha sıkı sarıldı.
Bir müddet
daha yürüdükten sonra hava tamamen karardığında ve önlerini göremez
olduklarında durdular. Bundan sonraki her şey, rengârenk bir kelebeğin bir kez
kanat çırpışında geçen süre kadar çabuk gelişti. Maria, çocuğun yüzünü
görememesine rağmen gülümsediğini hissedebiliyor ve onunla beraber gülümsemeye
devam ediyordu. Elini uzatsa onun kulaklarının yanındaki gülücüğüne
dokunabilecek, yukarı doğru en doğal ve saf şekilde kıvrılan dudaklarının, zifiri
karanlığa rağmen hissedilebilecek en net gülümseme olduğunu kanıtlayabilecekti.
Bunu yapmak yerine, aynı gülümsemeyi kendi minik tombul yanaklarına yansıttı.
Aynı anda, ikisinin gözleri önünde, orman, güneşin altında olduğundan daha
parlak bir şekilde aydınlandı. Etraflarında, yüzlerce ağacın dallarına
yerleşmiş binlerce ateş böceği, sanki onların gelişini kutlamak istermişçesine ışıklarını
saçıyorlardı. Nitekim, Maria artık ikisinin de gülümsediğinden fazlasıyla
emindi.
Ateş
böceklerinin etkisiyle, bütün karlar eriyor, ağaçlar ve çiçekler üzerlerindeki
beyaz pelerini atıp günlük kıyafetlerine bürünüyorlardı. Bunu yaparken de,
eriyen kar tanelerinden yansıyan ateş böceklerinin ışıkları, her yaprağın
üzerinde minik gökkuşakları oluşturuyordu. Çok tanıdık bir su sesi duyan Maria,
arkasına döndüğünde evinin yakınındaki gölün karşı kıyısında olduğunu ve
göldeki tüm buzların eridiğini fark etti. Daha fazla gülümseyebileceğini
sanmıyordu. Sevinçle parlayan gözleriyle yol arkadaşına baktığında, o da
gözlerini birer kez kırparak Maria’nın yapmak istediği şeyi onayladı. Maria,
iki cebinde biriktirdiği ekmek kırıntılarını avuçlarına aldı ve bir avucundakini
yol arkadaşının avucuna bıraktı. Beraber yere diz çöktüler ve kendilerini
karşılamaya gelen göldeki tüm balıklara ekmek kırıntılarını fırlattılar. Koca
gözlü, parlak desenli balıklar, gölün içerisinde vals yaparcasına kıvrılıyor ve
yedikleri her kırıntıdan sonra sanki teşekkür edercesine kafalarını suyun
yüzeyine çıkartıp Maria ve küçük yol arkadaşına narin bir dokunuşla veda
ediyorlardı.
Balıklar
ziyafetini bitirdiğinde, gölün karşı kıyısından yükselen güneş ışıkları, gölü
ebruli bir turuncuya boyuyorlar ve Maria’nın yüzünü efsunlu bir şekilde
okşuyorlardı. Etrafına bakındığında, küçük yol arkadaşının artık orada
olmadığını gördü. Ateş böcekleri de yerlerini sabahın ilk ışıklarıyla
aydınlanan yaprakların üzerinde, yeni doğmuş bebekler gibi güne merhaba diyen
çiy tanelerine bırakmışlardı. Göl kenarından kalkmak üzereyken, eskiden yol arkadaşının
olduğu yerde, içine dileğini yazıp bıraktığı küçük kayığın yüzdüğünü fark etti.
Bıraktığı halinden tek farkı, içinde yeşil kalemiyle yazdığı dilek kâğıdı
yerine, gölün sihirli balığının ilk bıraktığı notu andıran, dörde katlanmış
başka bir kâğıt olmasıydı. Meraktan büyüyen zeytin tanesi göz bebekleriyle kâğıdın
içindekini okumak için bebek tenli ellerini kayığa doğru uzattı…
Uyanıyorum. Saat 7.30 ve yeni doğan
güneşin turuncu ışıkları gökyüzüne bakan çatı katı penceresinden içeri sızıyor.
Yatakta yok, tam tahmin ettiğim gibi. Büyük bir hızla kalkıyorum ve alt kata,
mutfağa iniyorum. Sıcak ve leziz siyah ekmek kokusu evin her hücresine işlemiş.
Masanın üzerindeki tabakta önceden hazırlanmış, tereyağlı ve kayısı reçelli
ekmek dilimini büyük bir iştahla ısırıyorum. Tabağın yanındaki “Afiyet olsun
çikolata gözlüm.” yazısını okuyup tebessüm ediyorum. Evden çıkmadan onun rengârenk
çalışma odasına uğrayıp resim setinden, yeşil kalemin yokluğuna şaşırmadan,
siyah kalemi alıyorum. Dışarı fırlayıp kapıyı kilitliyorum. Bahçeden çıkmadan
önce heyecandan dört dönen şeker köpeğimizin yemini verdikten sonra büyük bir
el çabukluğuyla ayçiçeklerini ve kayısı ağaçlarını suluyorum. Koşar adımlarla,
evin hemen yakınındaki ormanlık arazinin çevrelediği göle ulaşıyorum.
Gölün kenarına geldiğimde, elimle
koymuş gibi, minik kayığı buluyorum. Kayığın içinden, yeşil kalemle doldurulmuş
kâğıt parçasını almamla onun portakal kokusunu burnumda hissetmem aynı zamana
denk geliyor. Arkamı dönüyorum ve rengini okyanus gözlerinden çalan mavi
elbisesinin üzerinde dalgalanan altın saçlarıyla yanıma gelmesini bekliyorum.
“Günaydın.” diyor.
“Günaydın, hazır mısın?”
“Kâğıtta ne yazdığını merak etmiyor
musun?”
“Zaten biliyorum.” diyorum ve
gülümsüyorum. Avuçlarının birinde tuttuğu ekmek kırıntılarını avucumun içerisine
bırakırken o da gülümsüyor. Beraber göl kıyısına diz çöküyoruz.
Eli elime dokunduğunda, kalbimde binlerce ateş böceği, ışıklarını yakıyorlar.
SON
Erol
Mart 23, 2012
Comments
Post a Comment